Sahiden de tepe yöneticiler neden eğitimlerde görünür değiller?

Cevap çok açık, ihtiyacı yoktur. Yani ihtiyacı olmadığını düşünüyordur. Aslında birileri ona “Eğitimlerde role-play dediğiniz saçmalıklara mı katılacaksınız?” suflesini veriyordur. Genelde de bu sufle kendi iç sesi tarafından “orada görünmen küçük düşmen anlamına gelir” cümlesini tekrar tekrar fısıldıyordur. Belki de gerçekten hiç ihtiyacı yoktur. Haklıdır. “Mademki sana o pozisyonu verdik, hakkını vereceksin” diyen bir gölge vardır üzerinde. Sermayedar da haklıdır.  Bu iş Nasrettin Hoca fıkrasına döner. Gerçekten de herkes haklıdır. Bulunduğu yere gelene kadar ne badireler atlattığının, neler başardığının son derecede farkındadır. Defalarca girdiği değerlendirme merkezi uygulamalarından anlının akıyla çıkmış. Pozisyon yükseldikçe değerlendirmeyi veren danışmanın tonu gittikçe yumuşamış ve hatta neredeyse ölçülen yetkinliklerin üst sınırını da aşmış geribildirimlere maruz kalmıştır.

Geliştirilmesi gereken ne kaldı ki? Hiçbir şey. Ya sonra? Değerlendirme merkezi geribildiriminde başlayan övgüler gün geçtikçe “sen her şeyi bilirsin” pohpohlanmalarına kadar gider. Bu durumu sadece tepe yöneticilerin bulundukları pozisyonda alkışlanmanın önünü açmaları ya da narsistik özelliklerinden dolayı talepkar tutumlarıyla açıklamaya kalkmak son derece yetersiz veya kolaycı bir bakış açısı olur. Çoğu zaman bu kolaycılığın aksine gerçek durum, liderin takipçilerinin  tutum ve davranışlarındaki değişimde gizlidir. İnsan her zaman kendinden  üstün olana öykünür. Onun sahip oldukları, muktedir olması, iki dudağının arasından çıkanların emir olması, elinde tuttuğu güç… Bir süre sonra omuz omuza çalışıp birlikte dirsek çürütenler bile bu etki altında kalırlar. İşte tam da burada öykünülen kişiyi yakın olmak, ondan bir takdir cümlesi almak, omuzumuza dokunması ya da hal hatır sorması bile takipçiler için paha biçilmez motivasyon aracına dönüşür. Buradaki motivasyondan kastımızın daha fazla verimlilik için çabalama, kurum çıkarlarını daha fazla koruma, kalıcılığın artması olmadığının altını çizmek gerekir. Buradaki motivasyon, insanı insan yapan değerlerin başında gelen beğenilme, takdir edilme arzusudur.

Lider, bakışıyla, sözüyle, dokunuşuyla, davranışıyla takdir ederse varoluş amacımıza büyük katkı sağlar. Bu noktada takdire layık olabilmek, devamlılığını sağlayabilmek için takipçiler kendi ifadelerindeki süslerin dozunu giderek artırırlar. Dışarıdan bir göz bunun lideri pohpohlamaya dönüştüğünü gözlemlediğini düşünse de aslında olan malumun ilanıdır “İmamı uçuran cemaattir” sözünün ete kemiğe bürünmüş hâli meydana geliyordur. Buraya kadar okuduklarınız çok abartılmış mı geldi? Bir an için yaşadığınız kurumsal yapılara gerek lider olun gerekse takipçiler, bir gözlerinizi kapatıp düşünün. Tepe yöneticiniz ne kadar pohpohlanmaktan hoşlanıyor? Etrafında sizden başka onu pohpohlayan ne kadar çok kişi var değil mi? Burada bir soluk alalım. Belki de şimdiye kadar eleştirdiğimiz, etrafındaki dalkavukların sözünden çıkmıyor dediğimiz hatta ileri gidip narsist yaftası yapıştırdığımız yöneticiye haksızlık ediyor olabilir miyiz? Kim bu kadar övgüye, sen her şeyi bilensin geribildirimine kayıtsız kalabilir ki? Siz onun yerinde olsanız kalabilir miydiniz? Biraz önce bahsettiğimiz var olmanın en güçlü iticilerinden beğenilme, takdir edilme duygusu, koşulsuz şartsız, hatta çoğu zaman çabasız çevreniz tarafından yerine getiriliyor. Benim cevabım net. Çok az kişi buna kayıtsız kalabilir.

Peki bize ne?

Bir günde fark etmeyebiliriz hatta sık pohpohlayıcıların içindeysek hiç fark etmeyebiliriz ancak bu durum giderek peşinden koştura koştura gittiğimiz kişinin ayarlarını bozabilir. Aldığı kararların objektif değerlendirmelerden yoksun, gitgide totaliter ve hatta çoğu takipçiler tarafından onaylanmayan benmerkezci kararlar olmasına yol açabilir. Bu doz artıkça ki doz yavaş yavaş artar tüm ekip, kurum zehirlenmeye başlar. Hiç lafı uzatmaya gerek yok, toplumsal etkilerini dışarıda bırakarak en sonunda takipçilerin yıllarca emek verdiği ter akıttığı yapılarda çocuklarımızın aynı keyfi alma şansı kalmaz.

Lidere ne olur?

“Onunla kimse tavla oynamaz.” Bu metaforu sık sık eğitimlerimde insana değer vermeyen liderlerin yaş alıp emekliliklerine başladıkları zamanlar için kullanırım. Benim çocukluğumda evlerde bir çek-yat modası başlamıştı. Nedense en fakir aileden en zenginin misafir yatak odasına kadar bir çek-yat modası alıp başını gitmişti. Çocukluğumda gördüğüm emekli amcalardan bir kısmı ise çalışma dönemlerinde üst düzey yöneticilik yapmışlardı. Zaman evrilip emekli olduklarında tüm günlerini çek-yatta oturup televizyon seyreden ve kimsenin tavla oynamaya gelmediği onlarca amca ile karşılaşmıştım. Bu tabir o zamandan aklıma kazınan bir mesele olarak bugüne yansıdı. Eğitimlerde bazı katılımcılar bu tabire karşı çıkarak tamam o sizin zamanınızdaydı şimdikiler teknelerinde otuyor, diye karşılık veriyorlar. Ben de şimdiki durumu biliyorum ve söylemeye çalıştığını çok iyi anlıyorum diye yanıtlıyorum. Evet ekonomik olarak tepe yöneticilerinin kazanımları kırk yıl önceden çok fazla ama benim gördüğüm onlar teknelerin kaptan köşkünde hâlâ kendilerini kaptan sanarak vakit geçiriyorlar ve denizlerin gerçek kaptanlarının bundan haberi yok. Haberleri olduğunda da bıyık altından gülümsüyorlar. Çünkü onlar Bozburun’da teknelerini limana ya da balıkçı restoranları için kıçtan kara yapmaları gerektiğinde denizci çocuklara hâla rüşvet verme peşindeler. Ve hâlâ onlarla tavla oynamaya gelen kimse yok. Daha da acısı denizci çocuklara para vermedikleri gün teknelerini kıçtan kara yapacak kimseleri de yok yanlarında.

Ne yapmalı?

Takipçiler pohpohlamayı bırakamayacağı için liderin tek şansı farklı seslere, farklı sözlere eşit şans vermekten geçiyor. Her düşünceye, fikre, her sese eşit derecede yaklaşamayan liderin pek şansı varmış gibi gözükmüyor. Aksi takdirde apoletler gidince yani bizlere kurumlar tarafından verilen geçici, görev süremizle sınırlı ünvanlar gidince geriye çek-yattan bugün belki tekneden başka bir şey kalmıyor. İnsan elbette en azından bir belki iki üç nesil güzel anılarla yaşamalı. Daha ötesi eser bırakabilmek. Bugünün eser bırakma aracı çoğunlukla kurduğumuz, yönettiğimiz, emek verdiğimiz yani insanların hayatına dokunup iz bırakabildiğimiz kurumlar. Buralarda bir şansımız var. Liderler farklı sesleri müzikleri sadece kurumları içinden değil, kurum dışındaki sosyal hayatlarında da duyabilecekleri melekeleri geliştirmeyi bir vazife edinmeli. Etraflarında her seviyeden her birikim düzeyinden teknik ya da sosyal bilimci elverdiğince hazineleri bulundurmaları. Bu kimi zaman güvenlik görevlisi, kimi zaman yazar, kimi zaman bahçıvan, kimi zaman sanatçı kimi zaman zorlu bir mühendis ya da doktor olacaktır. Ama her şeyin öncesinde lider olan kişi, eskinin pürüzlü anılarını geride bırakıp her seviyeye kucak açmayı, farklı kaynaklardan beslenmeyi öğrenmelidir.

Farklı kaynaklardan beslenen var mı?

(Gerçek bir olaydan ilham alınarak kurgulanmış, akış ve olaylar etki artırmak için yeniden hikayeleştirilmiştir. Kişi, şirket, sektör gibi bilgileri kurgusaldır, hiçbir şekilde gerçek kişi ve kurumlarla ilişkilendirilemez.)

Yaklaşık bir yıl kadar önce temsilcim olan danışmanlık firması bir üretim tesisi için iki günlük bir eğitim talep etti: “Firma önceki eğitimi beğenmedi ve tekrarını istiyor, firmayı kazanmamız lazım.” Firmayı internetten araştırmak ise sonraya kalmıştı. Adını bilmediğim, sektörün kıyısından geçmediğim firma Türkiye’nin gizli kahramanlarından rekortmen bir firmaydı. Bu noktada firmaya ilgim artmıştı. Her firmaya aynı ilgiyi gösterdiğimi düşünürüm ama hata düzeltmeye gidiyorsam en iyisini yapmam görüşü hakimdi. Ben de en iyisine gayret ettim amatörce. Pazartesi gün aydınlanmadan firmaya vardım. Hayatımda görüp görebileceğim en saygılı güvenlik görevlisi sorgu yapmadan, GBT’mi almadan ismimle hitap ederek girişimi sağladı. Henüz resepsiyonist mesaiye başlamadığı için temizlik görevlisi tüm iyi niyetiyle benle birlikte ajandamda yazılı olan eğitim salonunu  buldu. Kumanyasından çay ikram etmesi muhteşemdi. Buraya kadar yaşanan muhteşem enstantanelere rağmen, IT problemi yine devredeydi. Mesai başlaması ile beraber çözülmesi, resepsiyonistin gelip saat dokuzda  bekliyorduk, kusura bakmayın sizi karşılayamadık, ifadesi, saat dokuz otuz, başlayacak eğitim için tüm katılımcıların dokuz beşte  yerlerinde olmaları hepsi bir kurgu gibi gelmişti. Diğer eğitimlerde yaşamadığım bir ilgi ve neredeyse şefkat vardı. Her danışman gibi biraz vakit kazanmak biraz da karşınızdakileri tartmak amacıyla selamlama ve tanışma seansı başladı. Bu da ne? Katılımcı on dört kişi, on kişi on beş yıl üzeri kıdemli, ben yeniyim diyenler beş altı yıldır buradayım diyor. Sonra bir hanımefendi söz aldı. Ekrem Bey selam söyledi. Yurtdışında Cem Bey ile birlikte acil bir toplantıları çıkmış, o yüzden eğitime katılamayacağını iletti ve kusura bakmamanızı iletti.

“Ekrem Bey, Cem Bey?”

“Ekrem Bey kurucumuz ve patronumuz, Cem Bey CEO’muz…”

O sırada iç sesim, devreye girdi; sevgili Çağlayan internette araştırman da görmedin mi ki soruyorsun?

“Bir dahaki sefere tanışırız inşallah?” CEO gelmez, patron hiç gelmez.

Harika bir ekiple şahane iki gün geçirdik. Hem paylaşım hem de karşılıklı beslenme anlamında çok şeyler öğrendik. Benim eve dönerken ki seyahatimde kafamı kurcalayan belli başlı sorular tekrar tekrar düşünmeme sebep oldu. Bu kişileri eğitimden yarım saat önce eğitim salonunda bulunmaya iten motivasyon neydi? Resepsiyonistin güvenlik görevlisinin, temizlikçinin nezaketindeki itici güç? Bu kadar kıdemli bir ekip nasıl bir aradaydı? Bir de patronun selamı ve nerede olduğu bilgisinin verilmesi sadece nezaket miydi? Ama biz muhteşem iki gün geçirmiştik.  Birkaç gün sonra telefonum çaldı ve firmaya bir eğitim daha talep edildi. Nefes almadan kabul etim, zaten kafamdaki sorulara henüz cevap bulamamıştım. Sancılı hazırlık kısmından sonra daha da erken fabrikaya ulaştım. Bu sefer sorunsuz teknik bağlantı ardından, kendimi fabrika içine attım. Kiminle konuşsam “kaç yıldır buradasın?” diye sordum. Önüme gelen on beşte kapıyı açıyor yeniyim diyen beş yılda kapatıyor. Derin sorularla salona geldim. Bu sefer on beş kişiyiz ki yeni geleni tanımak danışman için farz.

Ben,  “Günaydın birbirimizi tanıyoruz ama bir katılımcımızla tanışmadık.”

Katılımcı, “Günaydın. Ben Aydın, sorumlu mühendisim. Üretim, planlama ve kaliteden sorumluyum.

“Kaç yıldır  bu firmadasınız Aydın Bey?

“2000 yılında ODTÜ makine mühendisliğinde son sınıf öğrencisiyken staj yapmıştım. Kısa bir yurtdışı macerası hariç 2000’den bu yana buradayım.”

“O zaman  en tecrübelileri aramızda bugün.”

“Yok ben ortancalardanım benden tecrübeli teknisyen abilerim var. “

“Ne güzel.”

24 yıllık çalışan ‘benden kıdemli abilerim var’ diyor.

Harika bir gün daha geçirdik, geçirdim. Katılımcıların programın hakkını verdikleri yani katılımcı olarak bu kadar kendilerini verdiklerine şahit oluşum azdır. Aydın ise kah yol gösterici, kah yol arkadaşı, kah ekip elemanı gibi elinden geleni son nefesine kadar veriyordu. Gün sonunda anladığım ise Aydın üretimin her şeyiydi firma Aydın demekti Aydın, firma.

İkinci gün katılımcı sayım on altı olmuştu. Dünkü senaryo tekrarlandı.

Ekrem Bey, “ Kusura bakmayın, dünkü ve geçen eğitiminize katılamadım. Geçen sefer bir yurt dışı çıktı. Dün ise….”

Kaldığı sürece not aldı. Yorum yaptı. Katılmadığı yerleri söyledi. Benim de aklım onda kaldı.

Eğitim sonunda Aydın’ı yakaladım. Kahveye vaktin var mı? Sorusuyla başlayan sohbetimiz ne kadar sürdü bilmiyorum.

“Aydın ne işin var burada okuldaş olduğumuz için rahat soruyorum arada bir de yurtdışı var çalıştığın konuları gördüm sana bir gömlek küçük değil mi burası?”

“Hocam (Bu tabiri eğitimciler çok sever ama tüm ODTÜ’lüler için kullanmak farzdır) ben sana anlatamam gel tesisi göstereyim biraz.”

Gözlerime inanamadım imalat sahasına girdiğimizde epoksi kaplı yerlerde sanki sıfır bakteri mottosuyla bir gıda firması çalışıyordu. Oysaki onlar Türkiye ve dünya savunma sanayine parça üretmekle uğraşıyorlardı.

Aydın, “Ekrem Bey, bu işe ithalatçı olarak başlamış. Sonra yerli üretime kafayı takınca bizlerde yanına geldik. Ben geldiğimde torna tezgahından otomasyona geçmemiz on yıl aldı: şimdi bu haldeyiz.”

Arada kahve ikramı geldi. Aydın’ı ofise çağırdılar. Ben de eşlik  ettim. Genç üretim mühendisi elinde bir tomar raporla geldi. Yüzlerce sayfaydı.

Aydın, “Sonuç, nedir?”

Genç Mühendis, “ Son üretimler hatalı.”

“Hepsi mi?”

“Maalesef.”

“Kaç adet?”

“Bin adet son sürüm.”

“Hepsini… Son sürüm ve hatta bir önceki sürümden kalan varsa imhaya gönderin.”

“ Ben de aynı şeyi düşünmüştüm teşekkür ederim.”

Genç mühendis ayrıldı. Aydın kahvesinden bir yudum aldı. Bir telefon açtı. Yeni parti xxxx bileşenlerini tekrar gözden geçirin içim rahat değil.  Odadaki sessizlik çok uzun değildi aslında ama Aydın’a, sigarasını bitirip yenisi yakma fırsatı vermişti.

Ben, “O kadar ürünü çöpe attın CEO’ya patrona sormadan?”

Aydın, “Hocam bizim bir anlaşmamız var, yazılmamış. Gerçi sözle de söylemedik. Buradan çıkan ürünün namusundan ben sorumluyum, bana buradan söz gelemez. O yüzden CEO bana neden diye sormaz. CEO şirketten sorumlu ben çıkan üründen.”

“Ya patron? Patron bir şey demez mi?”

“Şirketin itibarına bir söz gelirse o zaman der. Ben itibarı korudum. Hocam, bu adam boşu boşuna senin eğitimine gelmiyor. Senden öncekilere de geldi, gelecek. Benim nefes aldığım adam nereden besleniyor, olaylara nasıl tepki veriyor, dışarıdan ne alıyor gibi bir derdi var. Sizi dinledikçe bazen aykırı sesleri duydukça bizden çıkan fikirlere saygı duyması gerektiğini anlıyor.  Ekrem Bey sürekli sahadadır. Hiçbir zaman işleri sormaz karşılaştığı herkese tek sorusu vardır: ‘Nasılsın?’  İş konularını biz açarız.”

Ben o firmadan çok garip duygularla ayrıldım. Hele ki daha sonra Ekrem Bey ile birebir görüşmelerimizde ortaya koyduğu vizyon ve anlattıkları… Eğitime neden katıldığı sorusuna net bir cevap vermişti.“Biz her şeyi zaten beraber yaptık ve yapıyoruz.”

Daha anlatacak nice anılar ve konular biriktirdim.  Neredeyse sıfır turnover, kıdemli firmayı sahiplenen bir ekip nasıl yaratılır canlı olarak gördüm. En önemlisi liderler eğitimlere gelmeli mi? sorusu benim için anlam buldu. Kişisel gelişim, yetkinlik gelişim tartışmasına girmeden en önemli kazanımının, takipçilerinin nerelerden beslendiğini görmeleri, kurum dışından gelen yönlendirmelerin neler olduğunu anlamaları için paha biçilmez bir fırsat.